Yazılmış öyküleri unutmalı
kırık bir kuş yolculuğu anlatır
geçmiş ölüler tarlasından kendi yarasıyla
o günden beri bir fotoğrafın yası tutulur
Metin-Kemal Kahraman

Şirin’le Ayhan aracılığıyla tanışmıştım. Aralarında sürekli Kürtçe konuşurlar ve yeni öğrendikleri kelimeleri birbirlerine sabırla anlatırlardı. Şirin, hep ana diliyle kaldı aklımda. Şimdi doğduğu, çocukluğunu geçirdiği, koştuğu, düştüğü, kalktığı evinde, barış şehidi yazan resmindeki o ifadesiyle hep genç suratı, midenizden karın boşluğunuza indirilmiş bir yumruk gibi duvarda duruyor. Hep genç suratı bizim kendi varoluşumuzu da masaya yatırıyor üstelik. Umutla… Barışla… Ama bu sefer ölümle…

Çok az dizi kanasa, yanına koşup sırtını sıvazlayıp, “Geçecek kızım” diyecek annesine kızının küçücük cenazesini teslim etmişler iki hafta önce. Acının en büyüğü belki de. “Ah... Bilseniz Şirin’imin taşa dokunduğu yerde taş, çiçek açar. Hercai menekşe, hüsn-ü yusuf, karanfil olur koca taş onun karşısında... Elinden tuttuğunu, çiçeklerle, muhakkak çocukluğuna götürür,” diyor annesi. Mendili sanki günlerdir elindeydi. Gözlüğünün altından o mendille gözlerine düğümler atıyor ve devam ediyordu: “Sizin ellerinizden de tuttu değil mi? Çok iyi arkadaşları vardı. Çok iyi arkadaşlıklar edinmişti.”

Büyümek dedikleri buydu belki de… Biz annesinin gözlerinden Şirin’i yeniden keşfederken Şirin, bize baktığı fotoğrafta büyüdükçe büyüyordu. Aynı yaş grubundaydık. Sanki birlikte büyümeye de devam edecektik. 1982 yılında Konya’nın Kulu ilçesine bağlı Karacadağ (Helikan) köyünde Kürt bir ailede dünyaya gelmişti Şirin. Dört çocuklu bir ailenin en küçük çocuğuydu. İlk, orta ve liseyi Kulu’da; üniversiteyi ise Ankara’da Gazi Üniversitesi’nde Türkçe Öğretmenliği bölümünde bitirmişti. Ankara’da iki yıl ücretli öğretmenlik yapmış, 2006 yılından beri ise İstanbul’da kadrolu öğretmen olarak çalışmaktaydı. Eğitim-Sen Kadınlar Sahnesi tiyatro grubunda oynadı. Aynı zamanda ana dilinde eğitimin savunucusu ve âşığıydı. Mesleğinin yanı sıra Kürt Enstitüsü’nde Kürtçe kursuna devam ediyordu. Kürtçe eğitmenlik aşamasına gelmişti. Ölmeseydi, üç gün sonra ilk Kürtçe dersini verecekti. Şimdi, bu köyde huzur içinde gülümseyen genç yüzüyle annesinin içinden geçip bir ağıda dönüşüyordu etrafımızda.

“Ben ona ‘yayla kızı’ derdim. O da, ‘Seviyorum bana yayla kızı demeni anne,’ diye karşılık verirdi. Tarlaya giderdi, kuzulara giderdi, herkese emek verirdi… Eğitimine emek verirdi, öğrencilerine, ailesine emek verirdi. Ben bir gün Ankara’da okuduğu üniversiteye ve kaldığı eve gittim. Ablasıyla birlikte kalıyordu Ankara’da. Soğuk bir evdi. Elektrik sobası ile ısınıyorlardı, doğru düzgün yiyecek yemekleri yoktu. Zorluklarla okudu. O yüzden emeğe çok değer verirdi.”

Bu çorak toprakların, evlerin, görünen dağın, otların nefesini çekerek ciğerlerine, susuyor annesi. Türkiye’nin ortasındaki kentte yaşarken asfalt dökülen kalbine bir kat daha asfalt dökülmüştü şimdi. Asfalta dökülmüştü kızının parçaları. Ağırlaşan gövdesi kristal kadar kırılgandı. Tekrar anlatıyordu: “Bir gün ilkokuldayken, okuldan yaylaya gelmek istemiş; bir akrabamız da eşeğe bindirip yanımıza getirmişti. Ağladı… ‘Sizi çok özledim,’ dedi. Boynuma sarıldı. Ben kızımı çok seviyordum. Herkes çok seviyordu onu. Çok güveniyorlardı ona.”

Anlattıkça üzülüyor, sinirleniyordu. Ve sonra da en küçük kızını elinden aldığı için Allah’a yakınıyordu. Bin bir hal geçiyordu yüzünden. Bin bir hali ile geçiyordu üzerinden. “Aradan yıllar geçmiş olsa bile lise arkadaşları ile görüşüyordu. Bağını hiç koparmadı onlarla. Birlikte yurtdışına giderlerdi, yaylaya giderlerdi. Lise birincisi olmuştu ama başarısı arkadaşlığını gölgelememişti hiç.”

Şirin’in babası geliyor odaya. Konuşmanın da işlevini yitirdiği anlar oluyor hayatımızda sanırım. Tam da öyle bir andı. Babası ile uzun süre konuşmadan birbirimize bakmıştık. Ara ara elleri titriyordu. Soğuktandır dedim. Güzdendir, belki de. Ne bileyim; insanların bıkmadan usanmadan kötülük etmesindendir. Yerinden kalktı. Camlardaki buğuyu eliyle sildi. “Ey Xwede” (Ey Allahım) dedi, durdu. Kürtçe devam etti, “Ben ona kızım demezdim. Şirin’im derdim. Hatta ilkokula yazacağımız zaman öğretmeni sordu kaç kızın var diye; ben de bir kızım bir de Şirin’im, iki kızım var, dedim.”

Şimdi olasılık demenin bile hata olduğu bir sondan bahsediyorduk. Bir kesinlikten. Şirin’in ölmüş olmasından. Bir babayla konuşulacak en zor konulardan biriydi bu. Ama yine de anlatıyordu: “16-17 yaşındaydı. Harmanı yeni kaldırmış, sattığımız ürünlerden para karşılığında bir çek almıştık. Şirin yanıma gelip çeki elimden aldı ve ben bu parayla dershaneye gideceğim dedi. Şirin’im her şeyi başarabilirdi.” O sene babasından aldığı para ile Konya’da dershaneye yazılmış ve bir yıl boyunca yurtta kalarak üniversiteye girmeyi başarmıştı. Babasının dediği gibi “Şirin, her şeyi başarabilirdi.”

İçinde, kurumuş otların harmandan kaldırılışı sürüyordu kızını anlatırken: “En son İstanbul’a ziyaretine gittiğimde ‘Baba, denizi muhakkak görmelisin’ dedi bana. Beni deniz kenarına götürdü. Belki de en çok denizi seviyordu.” Acı damlamış ellerinde kızının anılarının izi vardı ve sanırım bu iz hiçbir zaman silinmeyecekti. Kızı gökyüzüne atılmış kâğıttan bir uçaktı şimdi onun gözünde. Üniversiteyi Ankara’da çok zor şartlarda okumuş, İstanbul’da bir süre öğretmenlik yapmış ve dönüp dolaşıp tekrar Ankara’da yere çakılmıştı.


“Şirin olsa beni öyle orada bırakır mıydı?”

“Taburenin etrafında oturuyorduk. Rayların az ötesinde… Üç kişiydik… Ben, cesareti hayranlık uyandıran Ata ve yüzünde o kendine özgü tebessümüyle Şirin. Kavisli bir tabureydi oturduğumuz. O yüzden Şirin bizi tam olarak göremiyordu. Yüzündeki keskin hatların sabrı ile eğilip daha iyi görmeye çalıştı bizi. Tam o esnada içimi delip geçen gürültü ve ses dalgaları arasında kaldım. Korkup tren garına kaçtım. Hiçbir şey düşünemiyordum, sadece gelen seslerin iniltileriyle dolu bir gürültü vardı etrafta. Elimi saçıma götürdüm, et parçaları geldi tırnaklarıma. Beynim döküldü zannediyorum. Bu, beyin dökülmesidir dedim. Meğer parçalanan insanlardan kopan parçalar bana sıçramış, saçıma yapışmıştı. Ben de onları beyin parçaları sanmıştım. O panikle garın içinden çıkıp ablama haber vermek üzere çantamı almaya gittim. Ablamı arayacak, ben iyiyim diyeceğim, sonra da Şirin ve Ata’yı arayıp onlarla tekrar buluşacağım. Ki ben onların da kaçtığını düşünüyorum. Yanılmışım, Şirin yerde yatıyordu. Önümüzü kapatan onca insanın bacak aralarından geçen şarapnel parçası boğazından, şah damarından kesmiş ve oracıkta öldürmüştü Şirin’i. Boğazında bir kesik insanların bacak arasından sıyrılıp gelip Şirin’in şah damarını kesiyor. Dokundum; Şirin dedim, Şirin, Şirin… Şirin ölmüştü, ama ayaklarının hemen dibinde duran Ata nefes alıyordu. Şaka mı bu, dedim. Kalktım, yürümeye başladım. Kızılay’a kadar hiç durmadım. Ablamı aradım; Abla, Şirin öldü, dedim. Ata hâlen yaşıyor, dedim ve telefonu kapattım. Şirin olsa beni öyle orada bırakır mıydı?”

Bu sözler patlamadan şans eseri kurtulan, yedi yıl boyunca Şirin’le ev arkadaşlığı yapmış, aynı zamanda akrabası olan Çiğdem Yerlikaya’ya ait. Yüreğini, geride bıraktığı gece saçlı, gök gözlü dostu, arkadaşı, akrabası Şirin’inin yüreğinin yanına defnetmişti o da. Belki de hiç dönemeyecekleri bir yerden, belki de hiç varamayacakları bir yere yaptıkları yolculuktu onlarınki. Üç kişi çıkmışlardı yola. Üçünden sadece Çiğdem geri dönmüştü. Kendi aralarında konuşurken Ata aradığında, Şirin, Ankara’ya gitmeyi düşünmemiş önce. Okullar açılmadan İstanbul’da yapması gereken onca iş, öğretmenlik yaptığı okul için hazırlaması gereken onca belge ve yeni dönem başlayacağı, ders vereceği Kürtçe kursu için okuması gereken onlarca Kürtçe roman vardı. Hem Şirin bu aralar çok yorgundu. Uzun bir süredir kendisini yorgun hissediyordu. Haykıracak, isyan edecek takati kalmamıştı belki de. Aynı zamanda kendi içinde, kendi kendine direnen bir ruh her şeye ne kadar yetişebilirdi ki? Yorgundu işte kalbi; bu memleket için her gün sızlamaktan... Aklı ve bedeni işgal edilememişti, ama çok yorulmuştu işte. Şirin yine de yetişiyordu. Her şeye… Haksızlıklar içinde isyanın nefesi gibiydi. Hacı Lokman Birlik’in cenazesinin yerde sürüklenmesi onu çok üzmüştü. Gitmeliydi Ankara’ya…

Şirin, kendisinden haber bekleyen Çiğdem’i iki gün sonra arayıp bu kadar kişi ölürken, insanlık yerde sürüklenirken, tutuklanırken yüzlercesi, barışı haykırmanın gerekli olduğunu ve Ankara’ya geleceğini bildiriyordu… Yolculukları böyle başlamıştı.

Şirin, Ankara’dan döndükten sonra “Bulantı” filmini izlemek istediğini söylemiş, Çiğdem’e. Sartre, “Bir çocuğun ölümü karşısında benim ‘Bulantı’ adlı yapıtımın ne ağırlığı olabilir ki!” demiş bir konuşmasında. Şimdi, Zeki Demirkubuz da kendi filmi için aynı şeyi söyleyecekti belki bizlere.
 

“Ne diyeyim ki!”

Öncesi ve sonrası olmayan iki dakikalık bir görüntüde canlı canlı seyrettiğimiz bir katliam yaşanmıştı. Her yerden fışkıran oluk oluk kan, tren garında öldürülen insanlar, tepelerinden ceset parçaları yağdırılan çocuklar görüyordum ekranda. Hemen telefona sarıldım ve Ankara’ya giden Ayhan’ı aradım. Telefondaki acı sesi ve uğultulu haykırışına bir anlam vermeye çalıştım; ama nafile. Sadece: “Emo Şirin mır,” (Emrah, Şirin öldü) dedi ve sustu. Ağlıyordu… İnsanoğlu, en gerçek acıyı kendi ana dilinde hissediyor sanırım. O vakit daha bir anladım kendi ana dilinde incinenleri.

“Kerpiç damların ardında, lüküs aydınlığında bir andı. Ah, ben oraya aitim diyordu. O çorak topraklara, o dağlara. Ruhum, bedenim orası, ufkum orası” diyordu Ayhan. Şirin öldüğünde en son elini tutan kişiydi. İkisi de öğretmendi. Çorak topraklardan gelmişti ikisi de. Dilleri uğruna işledikleri suçları, kendilerini yargılayan insanları gördüler.

“Sendikadaki ilk Kürtçe dersimdi ve olabildiğince heyecanlıydım. Sınıf gibi düzenlenen odaya girdiğimde beni karşılayan onlarca göz arasında bir çift göz vardı. Gülen bir çift göz diğerlerinden ayrılıyordu. Bu gözler Şirin’in gözleri idi. Samimi ve şefkat doluydu. Şirin’le ilk karşılaşmamız Eğitim-Sen sendikasının 3-4 yıl önce açtığı Kürtçe dil atölyesinde gerçekleşti.”

Barış kelimesinin giderek küçümsendiği, dolar artışının daha duygusal karşılandığı bir ülkede birlikte sendikal mücadele verdiler. Eğitim-Sen’de, Şişli’de başlayan arkadaşlıkları aşka dönüşmüştü zamanla. Birbirlerini çok sevdiler… Sevgilerinin ilk gününü de son gününü de en iyi Ayhan hatırlıyordu:

“Sendikadaki dönemlik dil atölyesinden sonra Şirin ile görüşmeye başladık. Hayatımın en güzel günlerini yaşıyordum. Hayatıma anlam katmıştı. Kendimi tanımama yardım ediyordu. Bir zaman sonra ise hayatımın bütün anlamı oluvermişti. Birkaç yıl sürdürdüğümüz çok ama çok güzel bir ilişkimiz oldu.”

Fısıldar gibi konuşuyordu. Kalbiyle varlığının ve yokluğunun önünde eğiliyordu. Eğilmesi gerekiyordu sanki: “Şimdi bazı şeyler için keşke demenin çok bir şey ifade etmeyeceğini biliyorum. Ancak insanın hayatında değiştireceği bazı şeyler için bir defaya mahsus bir hak olmalıydı. Ne diyeyim ki! Bu kalp bu canda atmaya devam ettiği sürece, o en güzel yerinde yaşayacak…”

Dünyayı yakacak öfkeli bir ışığın arzusundan geçip çocuksu heyecanı ile tekrardan o âna dönüyordu. Yine öfkeleniyordu. Çocuksu bir neşe içinde tekrar anlatıyordu: “Hayatıma dair bütün anılarımda her zaman o vardı” diyor ve devam ediyordu: “Ne diyeyim ki başka… Her daraldığımda görüştüğüm kişiydi Şirin. Benim için o kadar çok şey ifade ediyordu ki ne diyeyim… Ne diyeyim ki… Son olarak Şirin’e söyleyeceğim şey bütün günahlarımla affet beni canım, bütün günahlarımla beni bağışla…”

Ayhan ve Şirin o kanlı topraklara doğru aynı güzergâhta farklı otobüslerde düşmüştüler yola. Şimdi Ayhan İstanbul’a geri dönmüştü ama o da dönmek sayılır mıydı şimdi?

Yapaylığın, şeklin, kendi değerlerinin delisi olmayan birkaç kişi kalmıştı. O birkaç kişiden biri de Şirin’di ve o da gitti işte… Ana dilini, arkadaşlığını, umudunu, direncini ve en önemlisi o güzel günlere olan inancını kaybetmeden… Bize bırakarak…

Emrah Tuncer

101015ankara.org