mervekart @ ybhaber.com

Geçenlerde sosyal medyada dolaşırken 2008 yapımı bir buçuk saatlik, kısa bir belgesel filme denk geldim. Filmin adı İKİ DİL BİR BAVUL. O gün için güzel bir tesadüf oldu benim adıma. Eğer kısa bir boşluğunuz varsa ve nasıl değerlendireceğinizi düşünüyorsanız size de  bu filmi tavsiye edebilirim ki  izlerken sizi bol bol düşündürtecek, düşündürürken de yer yer dünyanın adaletini sorgulayacağınız bir film. Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan'ın yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiği film de; bir Türk öğretmenin, Şanlıurfa'nın Siverek ilçesine bağlı Demirci köyündeki ilkokula atanmasını ve orada Türkçe bilmeyen Kürt öğrencileriyle geçirdiği bir yılı anlatılıyor. Okulun ilk günü ve köye atanan öğretmenin meslek hayatının ilk gününde, okulda olması gereken öğrencileri ya tarlada çalıştığından gelemiyor okula ya da evde küçük kardeşlerine bakmak zorunda oldukları için gelemiyorlar. Genç öğretmen okula gelemeyen tüm öğrencilerinin evlerine tek tek gidip okula gelmeleri gerektiği ikazında bulununca ertesi gün çoçuklar birer ikişer okula gelmeye başlıyorlar. Ama onlar da ,diğer çoçuklarda olduğu gibi okulun ilk gün heycanı yok, beyaz yakalı mavi önlüklerini heycanla giymiyorlar; okul onlar için geleceklerini inşa edebilecekleri bir yeri değil ,yeni  dil öğrenebilecekleri bir yeri ifade ediyor. Evet 'yeni' bir dil diyorum çünkü o çoçukların hiçbiri Türkçeyi ne konuşabiliyor ne de anlayabiliyor. Bununla ilgi film de şöyle de bir diyalog geçiyor:

-Şimdi televizyon sayesinde catpat Türkce'yi ögreniyorlar.Sen bakma çocuklar sence okula ne için geliyorlar?
+Öğretmen: Türkce öğrenmek için geliyorlar.
-Türkçe onlar için nasıl bir dil oluyor?
+Öğretmen: Tamam yabancı oluyor. Bilmedikleri bir dil. Ben kabul ediyorum.
-Saygıdeğer hocalarım öğretmenlerim bizim çocuklar beş yılı bitirdikten sonra ancak Türkçe öğreniyorlar. 
 

Hal böyle olunca onlar için okula gidip yeni bilgiler öğrenmek de , okuma-yazmayı öğrenmek de daha fazla zorlaşıyor.

Günümüz için aynı şeyleri belki söyleyemeyeceğim. Çünkü dünya küreselleşti ve teknoloji dört bir tarafımızı sardı.Dünyanın öbür ucunda ki olaylar sadece bir 'tık'uzağımızda. Haberler , olaylar, gelişmeler ve benzeri her türlü şey çok hızlı bir şekilde yayılma gösterebiliyor. Telefonun hayatımıza girmediği alan yok nerdeyse. Ülkenin doğusunda da batısında da teknolojiye erişim en azından telefon için rahatlıkla söyleyebilirim ki üç aşağı beş yukarı aynı ölçülerde. Büyükten küçüğe çoğu kişinin elinde bir cep telefonu mevcut ve sosyal medyayı kullanma oranı çok yüksek. Durum böyle olunca eskiye nazaran, ülkenin doğu kesiminde ki çoçuklar Türkçe bilmeme sıkıntılarını bu sayede iyiye yakın derecede gidermiş oluyorlar.

Maalesef günümüzün bu gerçeği geçmişin yanlışlarını telafi edemiyor. Annesinden öğrendiği dil ile iletişim kurmaya çalışan çoçukların eğitim sisteminin içine girince anlamadıkları bir dil ile okuma-yazmayı öğrenmelerini istemek ,nasıl bir akıl tutulmasıydı anlam veremiyorum. Üstelik okuma-yazmayı öğrenemediği gerekçesiyle zeka seviyesinin normal sınıflarda eğitim görmeye yeterli olmadığını ve çoçuğun zihinsel engeli olduğunu raporlayarak onu özel eğitim veren zihinsel engelliler sınıfına sevk eden birçok öğretmenin olduğu gerçeğini hiçbir şey değiştiremiyor. Bu durumdan sadece bir kaç çoçuğun değil onlarca çoçuğun mağdur edildiği, özelliklede 1980-1995 aralığının acı tecrübeleri akıllarda ve olaylarda halen yer yer hissedilmekte. Bu gibi toplumsal olayların izlerini silmek kolay olmuş olsaydı gibi 'keşke' temennisinden başka söylenecek bir şey yok. Neyse ki geçmişten alınan derslerle, böyle bir toplumsal konunun günümüzde ki umut vadedici gelişimi içimize su serpmekte.