mervekart @ ybhaber.com


''Demokrasi dünyanın en narin çiçeğidir. Onu yaşatan hoşgörüdür, uzlaşıdır, diyalogdur.''                 M. Ali BİRAND
  Ülkemizin demokrasiye geçişi ve alışması kolay olmadı. Sancılı dönemlerden geçildi ancak yine de ısrar edildi. Türkiye'de bugün alışık olduğumuz çok partili demokratik rejim büyük bir mücadele ve çabanın ürünüdür. Cumhuriyetin kuruluşundan, 1946 yılına kadar çok partili demokratik rejime geçiş için üç deneme yapıldı. Bu denemelerden ilki 1924 yılında Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası'nın kurulmasıdır. 1924'te Hilafetin kaldırılmasıyla iktidar muhalifleri çoğaldı. Muhalefetin bir araya gelmesiyle 17 Kasım 1924'te Adnan Adıvar, Kazım Karabekir, Rauf Orbay  ve Refet Bele Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdular. Yeni kurulan partinin genel başkanı Kazım Karabekir oldu. 3 Haziran 1925 yılında toplanan Bakanlar Kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı'nın onayı ile TpCF resmen kapatıldı. Böylece çok partili demokratik rejime geçişin ilk denemesi başarısızlıkla sonuçlandı.
  Demokrasiye geçişin ikici denemesi ise 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurulmasıdır. 1930'lu yıllara gelindiğinde ülkede genel bir hoşnutsuzluk havası hakim olmaya başladı. Bu durumu bir nebze olsun hafifleştirmek için yeni bir muhalif partinin kurulması akla gelen ilk çözüm oldu.  Ülke genelindeki hoşnutsuzluğa bir de Batı medeniyetini takip etme arzusunun bir uzantısı olan demokratikleşme arzusu eklenince şartlar muhalefet için olgunlaştı ve Mustafa Kemal'in ricasıyla Ali Fethi Okyar'ın önderliğinde Serbest Cumhuriyet Fırkası bu şartlar altında Türkiye siyasal yaşamı içerisinde yerini aldı.  Parti, kuruluşundan 93 gün sonra Ali Fethi Okyar tarafından, partiye gericilerin girdiği gerekçesiyle feshedildi. Böylece demokratikleşme yolunda ki ikinci denemede başarısızlıkla sonuçlandı.
  Çok partili demokratik rejime geçişin üçüncü ve son denemesi, 7 Ocak 1946'da Demokrat Parti'nin kurulması ve 21 Temmuz 1946 seçimlerine katılmasıdır. 1945'te CHP hükümetine karşı şiddetli eleştirilere ve muhalefetin doğmasına sebep olan, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun kabulüdür. Kanun tasarısının görüşüldüğü sıralarda meclis içindeki gruplaşmaların devamı ve muhalefetin başkaldırısı 1945 bütçe görüşmelerinde su yüzüne çıktı. 7 Haziran 1945 günü Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koralta'nın Halk Partisi Meclis Grubuna ''dörtlü önerge'' yi (dörtlü takrir) vermesiyle muhalefet daha belirli bir şekil aldı. Önergenin reddedilmesiyle birlikte F.Köprülü ve A. Menderes partiden çıkartıldı, R.Koraltan ise uzaklaştırıldı, bunun üzerine C.Bayar önce milletvekilliğinden daha sonra Halk Partisi'nden istifa etti. Dörtlü önerge sahiplerinin bir muhalefet partisi kurma kararında oldukları artık iyice belirgin bir hal aldı ve akabinde 7 Ocak 1946 günü Demokrat Parti Celal Bayar'ın liderliğinde resmen kuruldu. Yeni kurulan Demokrat Parti Temmuz 1946 seçimlerinde yerini aldı. 1946 seçimleri ilk tek dereceli genel seçim olması ve ilk kez birden fazla partinin seçim yarışmasında yer alması dolayısıyla önem taşımaktadır.  Gerçek manada demokrasiye geçişin üçüncü denemesi başarıyla sonuçlandı ve Türkiye'de çok partili demokratik yaşama geçildi. 
1950 seçimlerinde, 27 yıl boyunca hükümeti ellinde tutan CHP, hükümeti Demokrat Parti’ye devretti. Böylece 1950 seçimlerini büyük bir zaferle kapatan Demokrat Parti Çankaya'ya ve başbakanlığa yerleşti, kendi hükümetini kurdu, meclise büyük bir çoğunlukla girdi. Türkiye siyasal hayatında yeni bir dönemin başlangıcı yapıldı. Bu tarihten sonra demokrasilere türlü darbeler ve kalkışmalar gerçekleşti.  
27 Mayıs 1960 Darbesi
  Dönemin Cumhurbaşkanı, Celal Bayar; Başbakanı ise Adnan Menderes. 
1950'de ilk kez açık sayım gizli oy sisteminin kullanıldığı seçimlerde 27 yıllık CHP hükümeti DP tarafından yıkıldı, iktidar demokratların eline geçti. Başta ülke de bayram havası yaratan bu siyasi değişim herkes için umut vaat edici oldu. Demokrat Parti iktidarının ilk dönemlerinde;  orduda büyük değişiklikler yapıldı, Arapça ezan yasağı kaldırıldı, dış ticarette liberalizasyona gidildi, Güney Kore'ye asker gönderildi, 1952'de NATO'ya girildi, ilk mahalli seçimler yapıldı, Ayasofya cami haline getirildi, Atatürk'ü Koruma Kanunu ve Vicdan Hürriyetini Koruma Kanunu çıkarıldı. 1950'lerin ortalarına gelindiği zaman ise rüzgar tersine döndü ve DP iktidarı başta eleştirdiği yanlışları kendi tekrar etmeye başladı. Bunun akabinde baskı ve şiddet ortamı ülke içerisinde yayılmaya başladı. Kötü giden gidişata bir de ekonomik bunalım eklenince işler çığırından çıktı. Bu sıralarda DP kurucularından olan Fuat Köprülü'nün de kurduğu partiyi tanıyamadığını söyleyerek partiden istifa etmesi dönemin gerginliklerine bir yenisinin daha eklenmesine neden oldu. 1957'de yolsuzluk iddiası ile Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu istifaya zorlandı, baskılar karşısında istifa eden bakanların ardından kabinenin resmen çöküşü kaçınılmaz olunca erken seçime gidildi. 1957 seçimleri sonucunda galip gelen parti DP oldu ve bu sonuç iktidari daha da güçlendirdi. Bunun akabinde DP, Vatan Cephesi'ni ; muhalefet ise Güçbirliği Cephesi'ni kurdu ve siyaset sokaklarda yapılmaya başlandı. 1950'lerin ortalarından itibaren daha önce nice emeklerle ilmek ilmek örülen demokrasi yine ilmek ilmek çözülmeye başladı. Ümit dolu dönem geride kalırken yerini toz duman içerisinde hırçın bir döneme bıraktı. 
10 Ocak 1960'ta Adnan Menderes'in Gaziantep Mitingi'nde ''Seçimleri ne zaman istersek o zaman yaparız'' söylemine binaen İsmet İnönü'nün Bursa Mitingi'nde   '' Arkadaşlar şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal şarttır. Bu yolda giderseniz sizi ben bile kurtaramam” söylemi 27 Mayıs 1960 darbesi için geri sayımı başlatmış oldu. 

 

27 Mayıs 1960, ordu kışlasından çıktı, Ankara'nın bomboş sokaklarında tanklarını yürütmeye başladı. Halk ihtilalin kapılarına kadar dayandığını anlamakta gecikmedi. Ankara'da bütün kilit noktalar ele geçirildi ve en son olarak da radyodan darbe bildiri metni Alparslan Türkeş tarafından okundu. Bu esnada Menderes Eskişehir'deydi. Darbe gecesinin sabahında Menderes, Eskişehir'den Kütahya'ya giderken yolda Albay Muhsin Batur tarafından tutuklandı ve Ankara'ya getirildi. 10 yıllık iktidar bir gecede devrildi, siyasetin başına 'siyaset yapma yasağı' bulunan ve siyasetten uzak yaşaması gereken ordu geldi. 
Ve Yassıada… Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve DP'li milletvekilleri bir gemi ile Yassıada'ya götürüldü. Ada komutanı Yarbay Tarık Güryay'dı. DP'nin ileri gelenlerini yargılamak için Yüksek Adalet Divanı kuruldu. En hazin olaylar 592 kişinin yargılandığı 11 ay süren davalar sırasında yaşandı. MBK çıkardıkları kanunlarla yaptıkları gayrimeşru hareketi meşrulaştırma derdindeydi. 1924 Anayasası rafa kaldırıldı yeni anayasa hazırlıklarına başlandı. Burada ironik olan durum, Menderes ve arkadaşlarının anayasayı ve hukuku ihlal ettiklerini ileri sürerek darbe girişiminde bulunanların anayasaya tümüyle muhalefette bulunup anayasayı rafa kaldırmalarıydı. Menderes'in  avukatı Burhan Apaydın  mahkeme divanına karşı, yasama organının yargı organı karşısında yargılanmak durumuna sokulmasının kuvvetler ayrılığı prensibine aykırı düştüğü itirazını sundu. Böylece divanın görevsiz olduğunu belirttiyse de bu itiraz kabul edilmedi. Mahkeme ilk duruşmalarda seçilen suçlama konuları ile itibar kaybetti ve ihtilal her geçen gün biraz daha yara aldı. Yassıada’da duruşmalar sürerken İmralı'da mezarlar kazılmaya başlandı. Yaklaşık 80 mezar kazıldı, bu tablo Türkiye ve demokrasi için bir fecahattir. Eylül başında 22 komite üyesinden 13'ü idam kararlarının ömür boyu hapse çevrilmesinden yanaydı, asalım diyenlerin sayısı ise 9'du. Ordu içindeki anlaşmazlıklar sonucunda bu karar revizyona uğratıldı, karar tam tersine çevrildi ve son olarak Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ,Hasan Polatkan ve buna ek olarak 11 kişinin daha  infazına karar verildi. Celal Bayar'ın infazı yaş haddinden ömür boyu hapse çevrildi. Menderes, Zorlu ve Polatkan dışındaki idam mahkumlarının cezaları da ömür boyu hapse çevrildi. Maalesef ki ordu içinde bazı komutanlar, infaz kararlarının ordunun gücünü göstereceği gibi sapkın bir düşünce içerisindeydi.  Ve idam kararları ordu ve halk arasında deva bulmaz bir kırgınlığın başlangıcı oldu. 
17 Eylül 1961'de, Türkiye; başbakanını idam eden bir ülke olarak tarihe geçti. İnfazlar birer birer gerçekleştirildi. Önce Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın infazları gerçekleştirildi daha sonra ise Adnan Menderes'in…Türkiye’nin genç demokrasisi öyle bir kara leke aldı ki, üzerinden yarım asır geçtiği halde hala tam olarak temizlenemedi. Demokrasi için başlatılan eylemler demokrasiyi zedelemekten ileri gidemedi.
12 Mart 1971 Muhtırası
Dönemin Cumhurbaşkanı, Cevdet Sunay; Başbakanı ise Süleyman Demirel.
Türk siyasetinde 12 Mart Rejimi olarak adlandırılan dönem 12 Mart 1971 günü Genel Kurmay başkanı ve Kuvvet Komutanlarının verdikleri muhtıra ile başlamakta ve Nisan 1973'te darbecilerin adayı Orgeneral Faruk Güler'in cumhurbaşkanlığı seçiminde saf dışı bırakılması ve Fahri Korutürk'ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ile sona ermektedir.
1960'lı yıllar sona erdiğinde Türkiye birçok bakımdan sıkıntılarla karşı karşıyaydı.  1969 seçimlerinden tek başına iktidar olarak çıkan Adalet Partisi, DP'lilerin  siyasal haklarının iadesi konusundan kaynaklanan bir sorun nedeniyle parçalandı  ve partiden kopan büyük bir grup Demokratik Parti adıyla yeni bir parti kurdu. Bu arada 1960'lı yılların başında başlayan öğrenci hareketleri  1970'lerle birlikte nitelik değiştirdi, çeşitli gruplar silahlı eyleme başladı. 15-16 Haziran 1970'te gerçekleştirilen işçi eylemleri de toplumsal huzursuzluğun bir başka göstergesiydi.  Huzursuzluklar AP'yi başından beri DP'nin devamı olarak görmüş olan silahlı kuvvetleri de derinden etkilemişti. 1970'lerin başında silahlı kuvvetler reform taleplerini yüksek sesle ifade etmeye başladı ve kuvvet komutanlarının başbakana ülkenin içinde bulunduğu durumla ilgili uyarı mektupları göndermesi askeri müdahale söylentilerinin yaygınlaşmasına yol açtı. 
1971 Muhtırasını tetikleyen başlıca olaylar:
Kanlı Pazar(16 Şubat 1969); tarihe kanlı pazar olarak geçen ünlü pazar günü zaten gerilim içinde başladı. Gerilimin gerekçesi yine boğazda boy gösteren Amerikan 6.Filosu'ydu. Sol-devrimci eğilimli gençler yanlarına sendikaları da alarak dev bir protesto mitingi düzenledi. Sağcı Bugün gazetesi de günler öncesinden 'cihad için hazırlıklı olun' manşetlerini atarak sağ eğilimli gençlere çağrıda bulundu. 16 Şubat pazar günü korkulan karşılaşma Taksim Meydanı'nda gerçekleşti ve meydan kana bulandı. O günden sonra meydanlarda ''kana kan intikam'' sloganları yankılanmaya başladı.
15-16 Haziran Olayları; 1970'te, Sendikalar Yasası'nda değişiklik yapan tasarı, Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin işbirliğiyle önce Millet Meclisi ardından Senato'dan geçirilmesiyle başladı. Yapılan değişiklik, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlamakta, sendika değiştirmeyi güçleştiren yasa taslağı 11 Haziran 1970'te cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın onayı ile yürürlüğe girdi, dört gün sonra 15 Haziran 1970’te protesto eylemleri başladı. İlk gün 70 bin işçi fabrika dışına çıkarak yürüyüşe geçtiler. 16 Haziran akşamüstünde İstanbul ve Kocaeli’de sıkıyönetim ilan edildi. 21 DİSK yöneticisi gözaltına alınırken, 5 binin üzerinde işçi önderi işten atıldı.
4 Mart 1971'de Kendilerini Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu olarak adlandıran grup, Amerikan Filosu'nun dört subayını kaçırdı. Bu durum ülkede ki gergin havayı daha da ağırlaştırdı. Olaydan sorumlu genç, sol eğilimli devrimci olarak anılan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Deniz Gezmiş'ti ve her yerde aranıyordu. Ordu ülkede giderek artan kaos ortamını yatıştırmak için(!) ihtilal planları yapmaya başladı. 
Bu ortam içinde 12 Mart'ta TSK'nın üst yönetimi doğrudan yönetimi devralmak yerine Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a, meclis ve senato başkanlarına muhtıra verdi.  Radyoda 12 Mart Muhtırası okundu ve bunun üzerine Demirel hükümetinin istifası istendi. Muhtırayı, anayasa ve hukuk devleti anlayışıyla bağdaştırmanın mümkün olmayacağını belirten Başbakan Demirel  “Bu muhtıra bana karşı verilmiştir” diyerek görevinden istifa edince, hükümeti düştü.  
Askerler gerekçeyi ekonominin bozulması, paranın değerinin düşmesi, üniversitelerde başlayan öğrenci gösterileri, sendikaların grevleri sonucu üretimin düşmesi, Aleviler ile Sünniler arasında çatışmaların başlaması, İstanbul’da İsrail başkonsolosunun sol bir örgüt tarafından kaçırılarak öldürülmesi olduğunu belirttiler. Genelkurmay başkanı, bu muhtırayı kendisinin ağlayarak yazdığını öne sürerek, demokrasinin gelmesi için bu muhtırayı verdiklerini iddia etti. Muhtıradan sonra da siyasi yaşamdaki çalkantılar ve gerginlikler bitmedi hatta giderek arttı. 1972'de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam cezasına çarptırıldı ve infazları gerçekleştirildi, sağ-sol kavgaları giderek şiddetini arttırdı. 1973'e kadar dört hükümet kuruldu. 12 Mart müdahalesinden sonra sol, beşe bölündü, ayrışmalar ve hizipleşmeler çoğaldı. 
Türkiye 1973 yılına girerken bütün eski sorunlar çözüme kavuşturulamamıştı, reformlardan söz ediliyor fakat uygulanamıyordu. İşçi sınıfı geçici olarak pasif kalmak zorunda kaldı, üniversiteler muhaliflerden temizlendi fakat üniversitelerin yeni statüsünü belirleyecek yasa çıkarılamadı. Nisan 1973'te darbecilerin adayı Orgeneral Faruk Güler'in cumhurbaşkanlığı seçiminde saf dışı bırakılması ve Fahri Korutürk'ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ile bu dönem sona erdi.
12 Eylül 1980 Darbesi
Dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk; Başbakanı ise Süleyman Demirel.
1980'nin Eylül ayına girildiğinde terör artık dayanılmaz bir hal aldı, ülke paramparça, enflasyondaki artışlar nedeniyle ekonomi çökme noktasındaydı. Dahası siyasetçiler arasındaki uzlaşma ümidi de sona erince ordu düğmeye bastı ve 5 Eylül'de ellerinde kapalı zarf taşıyan subaylar ülkenin her yanına harekat emrini dağıttı. Harekatın adı 'Bayrak Harekatı'ydı.  1980 yılının 12 Eylül günü siyasete yeniden haki renk hakim oldu. Protokol yerine esas duruş, makam arabalarının yerini tanklar aldı. Askerler aradan on yıl geçtikten sonra yeniden demokrasiyi hizaya çekmeye geldi(!) demokrasi için gelenler demokrasiyi askıya aldı. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri müdahale, 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime açıkça üçüncü müdahalesi ile Demirel hükümetine el konuldu. Evren, Devlet Başkanı görevini üstlendi ve cuntanın diğer dört üyesiyle birlikte 18 Eylül'de ülkenin geçici yöneticileri olarak yemin ettiler. İktidarı ele geçiren askeri rejim 6 Aralık 1983'e kadar sürdü.  Darbenin ardından Milli Güvenlik Kurulu oluşturuldu. 
 MGK Başkanı Orgeneral  Kenan Evren yaptığı açıklamada MGK tarafından devlet yönetimine doğrudan el konulduğunu, her türlü siyasi faaliyetin her kademede durdurulduğunu, parlamento ve hükümetin feshedildiğini, bütün parlamenterlerin yasama dokunulmazlıklarının kaldırıldığını, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edildiğini, ikinci bir emre kadar  sokağa çıkmanın yasaklandığını,  yurtdışına çıkışların durdurulduğunu, yasama ve yürütme yetkilerinin MGK tarafından kullanılacağını  belirtti. Gazeteler kapatıldı, gazeteciler gözaltına alındı, basın büyük bir sansüre uğradı, siyasiler sürgün edildi, 12 Eylül Darbesini desteklemeyen ve de eleştirenlere türlü müdahalelerde bulunuldu. Anarşinin durdurulması maksadıyla yönetime el koyan cunta, başta halktan büyük destek gördüyse de anarşiyi bitirmek için gelenlerin haksız müdahaleleri anarşiyi perçinledikçe işler tersine döndü ve halk desteği giderek azaldı. 
MGK 6 yıllığına Cumhurbaşkanı Konseyine dönüştürüldü. 27 Ekim'de geçici anayasa işlevini taşıyacak olan 'Anayasal Düzen Kanunu'yla yeni rejimin doğumu resmileştirildi. Bu yasaya göre 1961 Anayasası'nın TBMM'ye verdiği bütün görev ve yetkiler MGK'ye, cumhurbaşkanına verdiği görev ve yetkiler de MGK başkanına verildi.  Geçici anayasaya göre MGK karar, bildiri ve yasalarının anayasaya aykırılığı ileri sürülemez, yürütmesinin durdurulması istenemezdi!
Darbeden sonra ilk idamlar 9 Ekim 1980'de gerçekleşti. İlk olarak sol görüşlü Necdet Adalı daha sonra ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu asıldı. Bu sefer idamlar sistematik bir şekilde bir sağ cenahtan bir sol cenahtan olmak kaydıyla gerçekleştirildi. Darbe sonrası Türkiye Cumhuriyeti kamu ve kuruluşlarında dönemin devlet yöneticilerinin emri ile anarşist ilan eden 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, yine Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için idam cezası istendi ve 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 3 gazeteci silahla öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı ve aralarında Hürriyet, Millî Gazete ve Ortadoğu'nun da olduğu 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 14 kişi aynı dönem yapılan açlık grevlerinde öldü. Demokrasiye can vermek adına(!) can alma yönteminden vazgeçilmedi. 
28 Şubat 1997 Post-Modern Darbe
Dönemin Cumhurbaşkanı, Süleyman Demirel; Başbakanı ise Necmettin Erbakan.
28 Şubat süreci, 28 Şubat 1997’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve bu kararların uygulanması sırasında Türkiye’de siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda değişimlere neden olan bir süreçtir. Yaşananlar, post-modern darbe olarak da adlandırılmıştır.
Her şey Aralık 1995'te yapılan seçimlerde Refah Partisi ve Milli Görüş'ün lideri Necmettin Erbakan’ın sandıktan zaferle çıkması ile başladı. Seçim sonucunda DYP ve ANAP’ın koalisyon hükümeti kurma çabaları Anayasa mahkemesinin güven oylamasını iptal etmesi sonucu başarısız oldu. Bunun sonucunda TBMM’de birinci parti durumunda olan Refah Partisi ile üçüncü parti olan DYP arasında kurulan 54. Hükümet (Refahyol hükümeti), 8 Temmuz 1996’da TBMM’de yapılan oylamada güvenoyu almayı başardı.
RP-DYP Koalisyonu kurulmasının ardından bu dönemde yaşanan bazı olayların, 28 Şubat sürecini tetiklediği ve hızlandırdığı iddia edilmektedir. 2 Ekim-7 Ekim 1996 tarihleri arasında Kaddafi’nin bir çadırda Erbakan ile yaptığı görüşmede sarfettiği sözler muhalefet ve basın tarafından ağır bir şekilde eleştirildi. Şahte şeyh Müslüm gündüz liderliğindeki Aczmendiler olarak adlandırılan sakallı ve cübbeli grup Ankara Kocatepe Camisi’nde “şeriat isteriz” sloganları ile gösteri yaptı. 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazasında mafya, siyasetçi, polis ilişkileri açığa çıktı. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, 11 Ocak 1997 Cumartesi günü, Başbakanlık Konutunda tarikat liderleri ve şeyhlere iftar yemeği verdi. Yüksek rütbeli subaylar 22 Ocak 1997 tarihinde Gölcük’te toplanarak irticanın iktidarda olduğunu tartıştı. 30 Ocak 1997’de Sincan belediyesi Kudüs gecesi düzenledi. Belediye başkanı Bekir Yıldız, İran büyükelçisinin misafir olduğu gecede sahneye konulan cihad oyunu basında tepki oluşturdu. Refah Partisi irticanın kaynağı olarak görüldü. Medyanın da etkisiyle irtica meselesi üzerinden, halk içerisinde gerginlik ve tedirginlik oluşturuldu. 
 Partiye ve parti destekçilerine karşı psikolojik bir savaş planlandı. Planı Genel Kurmay hazırladı.  Dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'ydı. İktidarı kendi düşüncesine getiremeyeceğine inanan ordu iktidarın gitmesi gerektiğine inandı ve düğmeye bastı.  2 Şubat'ta Sican'dan tanklar geçti. O sıra da Washington'da bulunan Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir yaptığı açıklamada ''Sincan'da demokrasiye balans ayarı yaptık.'' dedi. Aynı zamanda Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya 'irtica, PKK'dan daha tehlikeli' açıklamasını yaptı. Yaşanan bu olaylar üzerine 5 Şubat’ta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan’a uyarı mektubu gönderdi.
Ve 28 Şubat Cuma günü Türkiye'de demokrasi yine zorlu bir sınavdan geçti. MGK Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlığında toplandı, konu 'irtica'ydı. MGK'nın asker kanadı tarafından hazırlanan 18 maddelik eylem planının uygulaması iktidara dikte edildi. Bu listede imam hatiplerin kapatılması, Kur'an kurslarının diyanete bağlanması, tarikatların faaliyetlerine son verilmesi, kılık kıyafet yasasının ödünsüz uygulanması (başörtü yasağı) gibi maddeler vardı. MGK toplantısı tam dokuz saat sürdü, Erbakan ortak bildiriyi imzalamadı. Buna rağmen askerler bildiriyi tüm medyaya dağıttı ve bunun üzerine MGK Genel Sekreterliği ''kararlar uygulanmazsa yaptırımlar gelir'' açıklamasında bulundu. Siyasilerden aradığı desteği bulamayan Erbakan bildiriyi imzalamak zorunda kaldı. 21 Mayıs'ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, ''Ülkeyi iç savaşa sürüklediğini'' söyleyerek, RP'nin kapatılması için dava açtı. Olayları fişlemeler takip etti. Bazı öğrencilerin üniversitelere girişi, katsayı uygulaması ile engellendi. Siyasi baskılara dayanamayan Erbakan 18 Haziran’da istifa etti. 
27 Nisan 2007 E-Muhtıra 
Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer; Başbakanı ise Recep Tayyip Erdoğan. 
 Demokrasi tarihimizdeki neredeyse her cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde olduğu gibi 2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce de Ankara karıştı. 28 Şubat’ta olduğu gibi konu yine laiklikti. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, 12 Nisan 2007'de yaptığı Basın Bilgilendirme Toplantısı'nda, Cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil özde sahip olan bir kişinin cumhurbaşkanı seçilmesini umut ettiklerini vurgulayarak ve rejim kaygılarını dile getirerek şimdiye kadarki Genelkurmay Başkanlığı Basın açıklaması metodolojisine uymayan bir açıklama yaptı.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 27 Nisan günü yapılan ilk tur oylamada Abdullah Gül, 361 oy aldı. CHP ise ilk tur oylama sonunda Anayasa Mahkemesi'ne, 367 yeter sayısına ulaşılamadığı iddiasıyla başvurdu. Ancak asıl sürpriz Genelkurmay Başkanlığı'nın gece yarısı yaptığı açıklama oldu. Askerin internet sitesinden yayınladığı bildiri, Türkiye demokrasi tarihine '27 Nisan e-muhtırası' olarak geçti. Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi internet sitesi üzerinden ilan ettiği bildiride yapılan açıklamada, adaylık süreci ile 23 Nisan öncesi yurdun birçok yöresinde laiklik karşıtı ve din bezirganlığı olarak nitelendirdikleri olayların gelişiminin vahim derecede olduğu ve bunun rejime meydan okuma olarak değerlendirilmesi gerektiği yer aldı, bununla birlikte TSK'nın yasalar ile kendine düşen görev ve yetkileri kullanmaktan çekinmeyeceği de dile getirildi. 
Ertesi Gün Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek kameraların önüne geçerek adeta bir karşı bildiri okudu ve “Genelkurmay Başkanlığı, Hükümet’in emrinde görevleri anayasa ve ilgili yasalarla tayin edilmiş bir kurumdur. Anayasamıza göre Genelkurmay Başkanı, görev yetkilerinden dolayı Başbakan’a sorumludur.” Dedi. Böylece daha önceki askeri müdahalelerin ardından hükümetlerin takındığı tavırların aksine, muhtıra sert bir tepkiyle karşılanmış oldu.
15 Temmuz 2016
 Dönemin Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan; Başbakanı ise Binali Yıldırım.
 15 Temmuz 2016 gecesi yaşananlar Türkiye darbeler tarihinde bir ilki teşkil etti. FETÖ mensubu bir grup asker devlete ve iktidara karşı darbe girişiminde bulundu ve bu girişimi etkisiz kılan, halkın demokrasi için verdiği çaba oldu. Türkiye tarihinde birçok darbe ve darbe benzeri kalkışmaların hiçbirinde halk, askeri cuntaya karşı demokrasi savunuculuğu yapmamış ve canı pahasına darbe karşıtı eylemlerde bulunmamıştır. 15 Temmuz darbe girişimine karşı, halkın başrolde bulunması ve bu denli olayların içerisinde yer alacak cesareti göstermesinin altında yatan neden ‘demokrasi’nin, ülkenin selameti hususundaki öneminin bilincinde olunmasıydı. Kuşkusuz bu bilinç bundan önce yaşanan (1960-1971-1980-1997) acı tecrübeler sayesinde oluştu.
2010 Anayasa değişikliği ile 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını engelleyen madde kaldırıldı ve böylelikle Türkiye’de ilk defa darbecilerin yargılanmasının önü açıldı. 12 Eylül  mağdurları suç duyurusunda bulundu ve bunun üzerine 7 Nisan 2011 yılında, 1980’deki darbeci cuntaya karşı ilk soruşturma başlatıldı. Akabinde Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya müebbet hapse çarptırıldı ve rütbeleri erlik rütbesine düşürüldü.  2012 tarihinde TBMM darbeleri araştırma komisyonu kuruldu ve 28 Şubat başta olmak üzere tüm askeri darbeler araştırmaya başlandı. 
Sonuç olarak tüm bu yargılamalar ve darbecilerle hesaplaşma sürecinin oluşturduğu atmosfer, her on yılda bir demokrasiye vurulan sektelerin milletimize yaşattığı kötü hatıralar; 15 Temmuz gecesi halkın darbecilere karşı direnmesi ve demokrasiye sahip çıkma özverisi göstermesine neden olmuştur.